Doç. Dr. Gülhan Erkaya Balsoy ve Yrd. Doç. Dr. Başak Tuğ… Çalışmalarıyla Osmanlı toplumsal cinsiyet tarihi alanına önemli katkılarda bulunmuş olan bu iki akademisyen, aynı zamanda ANAMED’in 2006-2007 dönemi doktora adayı bursiyerleriydi. Şimdi her ikisi de Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi olarak birlikte çalışan Balsoy ve Tuğ’un bir bölümünü ANAMED’de yazdıkları doktora tezleri, yakın zamanda iki önemli kitaba dönüştü.
Balsoy’un kitabı The Politics of Reproduction in Ottoman Society, 1838-1900, Pickering&Chattoo tarafından 2013 yılında yayınlandıktan sonra 2015 yılında Can Yayınları tarafından Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı: Geç Osmanlı Doğum Politikaları adıyla Türkçe’ye çevrildi. Geçtiğimiz yılın en güzel ve içimizi ısıtan gelişmelerinden biri bu kitabın Yunus Nadi Sosyal Bilimler ve Araştırma Ödülü’nü alması oldu. Tuğ’un kitabı ise fırından daha yeni çıktı: Politics of Honor in Ottoman Anatolia: Sexual Violence and Socio-Legal Surveillance in the Eighteenth Century. Kitap, Brill Yayınları tarafından basıldı ve özellikle az bilinen dönemlerden olan 18. yüzyıl tarihini toplumsal cinsiyet perspektifinden sorgulamak için şimdiden başvurulacak en önemli kaynaklardan biri.
Balsoy ve Tuğ ile çalışmalarını, ANAMED’deki bursiyerlik yıllarını ve o günden bugüne kadar geçen sürede Türkiye’de Osmanlı toplumsal cinsiyet tarihi alanındaki gelişmeleri aşina oldukları ANAMED terasında konuştuk.
Röportaj: Özge Ertem, ANAMED Editörü ve Yayın Koordinatörü
Ö.E.: Öncelikle ikinize de bu röportajı yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Şu an ANAMED terasında birlikte konuşuyor oluşumuzun hoş bir geçmişi de var. 2007 yılında henüz doktora öğrenciliğimin başındayken ANAMED’le ilk tanışmam, sizin “Osmanlı’da dilekçeler” hakkında konuştuğunuz “ANAMED Bursiyerleri Mini Sempozyumları” panellerinden biri sayesinde oldu. Sizleri dinlemeye gelmiş, oldukça etkilenmiş ve çok şey öğrenmiştim. O günün üzerinden tam 10 yıl geçti; bu sürede kişisel ve toplumsal tarihimizde çok şey değişti. Elbette araştırmanızın da bir yolculuğu oldu. Bunlardan sonra bahsedeceğiz; ancak ben öncelikle o günlere bir dönelim istiyorum. ANAMED’de doktora öğrencisi bursiyer olmak nasıl bir deneyimdi? ANAMED’in size bir katkısı olduysa nasıl oldu?
G.B.: Benim için aslında doğrudan bir katkısı var. 2006 Mayısı’nda doktora yeterliliğimi aldım, yazın arşive girmek üzere Türkiye’ye geldim. (G.B. bursiyerliği sırasında Binghamton Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora öğrencisiydi.) Doktora tezime başlarken aklımda başka bir konu vardı; sonra arşive gittikçe o konuda yeterince heyecanlanmadığımı ve yazmak istemediğimi anladım. Toplumsal cinsiyet üzerine çalışmak aklımda hep vardı, bu açıdan her şey benim için burada şekillendi. İşe gider gibi 9-6 arşive gidebilmek kısmı gerçekten çok güzelmiş, büyük bir lüksmüş aslında. O zaman insan şikayet ediyor ama geri dönüp bakınca “aslında ne kadar güzel bir dönemmiş” diyorsun. Sadece araştırma yapıyorsun. Böyle çalışmanın zorlu tarafları da var; ama insan araştırma sürecinin yalnızlığını da aynı dertlerden muzdarip insanlarla sohbet ederek, konuşarak, paylaşarak, akıl danışarak aşabiliyor. Akademik açıdan da şöyle bir karşılığı var. Senin de bahsettiğin o sunuşu sanıyorum Nisan ayı civarlarında yapmıştık, bahar dönemiydi, benim arşiv çalışmamın aşağı yukarı önemli bir kısmı bitmişti. O malzemeyi derleyip toplayıp ilk defa burada sundum. Sunuştan son ana kadar çok da emin değildim. Ama hem o hazırlığın kendisini, hem de orada aldığım tepkileri düşününce ANAMED’in araştırmamı şekillendirmeye çok katkısı olduğunu görüyorum. Görücüye çıkartma hali aslında çok kritik (gülüyor); insan bilemiyor. Benim için doktora tezimin temeliydi, çok da başıydı, öncesi yoktu. Bir yıllık araştırmanın sonunda ben tezimin ilk bölümünü yazdım. O bölümü tezde hiç kullanmadım ama o hiç kullanmadığım bölüm, o yaz-boz, üzerine düşünme, “nasıl formüle edeceğim, o kırpık kırpık arşiv belgelerini nasıl tutarlı bir anlatıya dönüştüreceğim, onlarla ne yapacağım” didişmesi sayesinde tez çıkabildi.
B. T.: Benim Gülhan’dan biraz daha farklıydı çünkü ben daha önce doktora araştırmam için gelmiştim.(Başak Tuğ bursiyerliği sırasında New York Üniversitesi’nde doktora öğrencisiydi.) Konum da belliydi; ben burada daha çok yazma sürecini geçirdim. Ben burada kalıyordum aynı zamanda; avantajı akşam sabah burada insanlarla biraradasın, arada “geyik de yapıyorsun” ama yine de konularını konuşuyorsun, yazdıklarını paylaşıyorsun, gece oturuyorsun, gerektiğinde geç saate kadar çalışıyorsun diğerleriyle. Belge okuyorduk birlikte. Benim için ANAMED Kütüphanesi tezin ilk çıktığı yer oldu. Amy Singer vardı o zaman bizim kıdemli bursiyerlerimizden, sürekli şöyle diyordu bize: “Çocuklar, bu dönemin kıymetini bilin, bundan sonra hiç böyle boş bir zamanınız olmayacak.” O gerçekten çok çalışkandı; 08.00’de kalkıyordu, 21.00’e kadar hiç ara vermeden çalışıyordu. Biz de onu örnek alıyorduk, “çalışalım, bak sonra olmayacak böyle bir şans” diye; nitekim sonrasında olmadığını gördük (gülüyor). O açıdan çok güzel ve değerli bir zamandı. Arkeologların, mimarlık tarihi uzmanlarının yaptığı gezilere katılmıştık. Herhangi bir konuyu konuşurken farklı disiplinlerden insanların yorumlarını duymak benim için çok iyi oluyordu.
G.B.: Bana da Donald Hoca (rahmetli Prof. Donald Quataert) bursu kazandığım zaman “Bak,” demişti, “bir bursa başvurdun ve kabul edildin, çok şanslısın, muhtemelen bunun farkında değilsin, çok iyi değerlendir, karşına çok az çıkacak.” Sonra çok iyi anladım ne demek istediğini. Çok haklıymış.
Ö.E.: Şimdi biraz kitaplarınızdan yola çıkmak istiyorum. Gülhan daha çok 19. yüzyılda devletin doğum ve sağlık politikalarına odaklanırken, Başak, sen, 18. yüzyılda cinselliğin ve toplumsal cinsiyetin hukuki ve ahlaki düzlemlerdeki kuruluş pratiklerine odaklanıyorsun. Biriniz 18. yüzyıl, biriniz 19. yüzyıl çalışan tarihçiler olarak, toplumsal cinsiyet meselesini bu farklı dönemlerde çalışıyor olmanın dinamikleri hakkında ne söylersiniz?
B.T.: Ben daha önce yüksek lisans tezimde 20. yüzyıl tarihi, cumhuriyetin ilk yılları çalışmış bir insan olarak, geçiş dönemi de diyebileceğimiz erken modern toplumu çalışmaya karar verdim. Daha önce devleti, hep “modern devlet nasıl kontrol eder, nasıl düzenler?” soruları üzerinden okumuştuk. Erken modern toplumu üzerine düşünmek hem kaynaklar açısından büyük bir değişiklik yaratıyor, hem de başka bir zihinsel alana geçmeyi, kendi varsayımlarımızı sorgulamayı gerektiriyor. O çerçevenin dışına çıkabilmek ve başka bir şey tahayyül edebilmek öğretici oldu benim için. Erken modern dönemi çalışan araştırmacılar, tarihçiler olarak çok daha az kaynağa sahibiz. Az malzemeyle bol hayalgücü gerektiren bir alanda çalışıyoruz. Bazen 19. yüzyıldaki, 20. yüzyıldaki malzeme bolluğunu kıskanıyorum (gülüyor). “Keşke olsaydı, biraz daha az zorlanırdım” gibi şeyler hissettiğim oldu. Ama aksine şunu da hissettim: O kadar az malzemeyle çalışınca da insanın yaratıcılığı, metinle oynama kapasitesi gerçekten artıyor.
G.B.: Çok katılıyorum. Benim de 19. yüzyıl bağlamında tarihi cinsiyetlendirmek gibi bir hayalim vardı; ama sonunda gelip “devletin doğası” sorusunda aslında çok takılıyorum(z). Nüfus politikasına bakarak her ne kadar kadınlara ses vermeye, kadınların tarihsel özneler olarak nasıl kurgulanabileceğini düşünmeye çalışsam da 19. yüzyıl çalışanlardan biri olarak aslında çok fazla devlet düşünmek zorunda kalıyorum. Önemli bir handikap aslında. Kullandığımız belgeler de biraz onu dayatıyor. Arşiv belgesi kullanıyoruz, zaten önce devletin gözünden hazırlanmış. Bir hikâyeyi biraz devleti sorgulayarak ele almaya çalışıyoruz, evet, o soruları sormanın kendisi değerli bir şey ama malzeme bile çok devlet koktuğu için oradan çıkmak zorlu oluyor. O yüzden 17. ve 18. yüzyılları çalışmanın bu handikapı kırmak için bir avantaj olabileceğini düşünüyorum. Ben de tam tersine o açıdan kıskanıyorum bazen (gülüyor).
B.T.: Ama avantajları da var aslında sizin alanın.
G.B.: Tabi, evet. Yani malzeme bolluğu da yine avantajlı ve dezavantajlı bir şey. Çok daha fazla malzeme var; ama çok daha kolaycı yorumlara da götürebiliyor bazen o malzeme. Ya da malzemenin kendisi çok büyüleyici olduğu için kimi zaman çok güzel şeyler de çıkabiliyor, o zaman da insan sorgulamayı unutabiliyor. Dolayısıyla hep ikili bir şey, ama malzeme meselesi tarihçi için zaten her zaman ikili bir şey.
Ö.E.: Her ikinizin çalışmasında da iktidar kavramı önemli bir yere sahip. İktidar ve kadın bedeni arasında bu iki dönem arasında ne tür değişim ya da devamlılık unsurları tartışılabilir?
B.T.: Bazı 19. yüzyıl tarihçileri çok kırılmalar olduğunu iddia ediyorlar. Zaten modernite söyleminin kendisinde en önemli şey “devrimler kırılma yaratıyor ve her şey değişiyor.” Ama Osmanlı toplumundaki değişimlere, özellikle cinselliğin kurgulanmasına, devletin reflekslerine baktığımızda, bence 18. yüzyıl ile 19. Yüzyıl arasında çok büyük devamlılıklar var.
G.B.: Toplumsal cinsiyet kavramının bence en büyük iddiası zaten “tarihi farklı yapma, farklı düşünme” iddiası. Başak’a katılıyorum; iki yüzyıl arasında o kadar da büyük bir değişim olmadığını görüyoruz. Toplumsal cinsiyet kavramını bir analiz aracı olarak kullanmak yüzyılları birbirinden o kadar da duvarlarla ayıramayacağımızı hatırlatıyor bize. Dolayısıyla malzemeler farklı, deşebildiğimiz meseleler biraz farklı, ama toplumsal cinsiyet sürekliliğin kendisini hatırlatan güçlü bir kavram. Devletçi tarih anlayışlarını da sorgulamaya olanak sağlıyor. Belki en büyük avantajımız kullandığımız metottan kaynaklanıyor.
Ö.E.: Gülhan, kahraman doktor ihtiyar acuzeye neden karşı? İhtiyar acuze durumla nasıl başediyor, kadın ihtiyaç duyduğunda hangisine başvuruyor? Bu soruların cevaplarını ararken kadının sesine nasıl ulaşıyorsun?
G.B.: Başlığı aslında yayınevi istedi, ama benim de hoşuma gitti (gülüyor). Kitabın bir alt başlığıydı aslında. İhtiyar acuze kavramı 19. yüzyıl doktorlarının çok kullandığı bir kavram. Özellikle ebeliğin, ebelik eğitiminin kurucusu Besim Ömer’in kitaplarında da çok kullanılıyor: “Kirli, pis, yaşlı, cahil, hiç bir şeyden anlamayan, ölümlere yol açan, hiç bir vicdan azabı duymayan”…korkunç bir tablo çiziyor Besim Ömer ebelerle ilgili ve sürekli acuze kavramını kullanıyor. Genç annelerin de sadece cahil oldukları için bu kadınlara tahammül ettiklerini düşünüyor. Buna karşı eğitimli, modern, bilgili, vicdan sahibi, çocukları koruyan kollayan, gerçekten çok ideal bir doktor anlayışı var. Tabi orada kahraman doktorun esas modeli de Besim Ömer’in ta kendisi. İlk modern jinekolog, ebelik eğitimini başlatan, tıp tarihini yazan kişi olarak aslında bütün o kahramanların cisimleştiği kişilik de Besim Ömer. Orada ona ironi de yapmak istemiştim. Ebelere gelince, hani demin konuştuk ya kaynakların kısıtlılığını, ebelerin sesini bulmak her zaman çok kolay olmadı. Arşiv belgelerinde daha çok dolaylı şeyler var. Şehadetname, eğitim vs. meselesi üstünden ebelerden daha çok ebelik ve ebelik mesleğine dair düzenlemelerle ilgili sesler duyabiliyoruz. Ama yine de oradan da ebelerle ilgili bir şeylere ulaşmak mümkün. Oradan Besim Ömer’in siyah beyaz tablosundan çok daha renkli bir tablo çıkıyor. Ebeler de kimi zaman kendi aralarında uzlaşıyorlar, kimi zaman uzlaşamıyorlar, bir taraftan şehadetnamelerle denetim altına alınıyor ebelik ama bir taraftan da tam bu denetim sayesinde başka birtakım avantajlara sahip oluyorlar. Arzuhaller yazarak devletten bir şeyler talep ediyorlar. Şehadetname nihayetinde para verilerek alınan bir şey olduğu için kimi zaman birbirleri arasında çekişiyorlar vs. Dolayısıyla tamamen pasif oldukları bir tablodan çok gündelik hayatın dinamizmini de görebileceğimizi düşünüyorum. Tarihsel özne olmanın o dinamizmde yattığını düşünmek gerek. Tarihin öznesi olmak deyince hep böyle büyük stratejiler görmeye çalışıyoruz tarihçiler olarak, büyük karşı koyuşlar, çok ses yükseltmeler…Çoğu zaman “küçük insanlar”ın hikâyesinde büyük başkaldırılar, direnişler vs.den çok günlük hayatın içindeki kimi zaman uyum sağlama, kimi zaman fayda elde etmeye çalışma, kendi yararına kullanmaya çalışma durumları var…O dinamizmin içinde tarihsel öznelik denen şey. İlk tezi yazarken birazcık idealize ettiğim bir şeydi benim aslında (gülüyor), orada biraz duvara tosladım. O gündelik hayatın içindeki karmaşada tarihçinin görebileceği ya da duvarın içinde bir çatlak açıp ışığın sızmasını sağlayabileceği bir alan var. O yüzden çok büyük direnişlerde değil, o küçük ışık hüzmelerinde tarihçi için heyecanlı bir şey var galiba.
Kadınların ebelerle ilişkisi sorusuna gelince, ondokuzuncu yüzyılda tıp fakültesi mezunu doktor sayısı hala çok az, dolayısıyla doğumları asıl ebeler yaptırmaya devam ediyor büyük ölçüde. Özellikle taşrada ve kırsal yerlerde. Sadece büyük kent merkezlerinde ağırlıkla doktorlar var. Ebelik yaparken ebeler şehadetname denen belgeyi alıyorlar. Başlangıçta–belki ben kendi tarihçiliğimin evrimi açısından da düşünebilirim–benim kafamda da “doktor daha kötü, ebe daha iyi” diye bir şey vardı. Ama özellikle sonrasında Haseki’yle ilgili yaptığım çalışmada şunu da gördüm: Bazen de gerçekten başka türlü ölecekleri, zor doğumlar yapan kadınlar, doktorların müdahelesi sayesinde kurtulabiliyorlar. Bunu da o yüzden “doktor kadın bedenini tamamen denetim altına aldı, onu pasifleştirdi” noktasına indirgeyince orada düz bir tablo çıkıyor. O zaman yine gündelik hayatın dinamizmini yakalamak meselesini biraz daha çok düşünmeye başladım. Mesela Haseki’de bir örnek vardı, bir kadın uzun süre, 8 gün kadar doğum yapamıyor. Bebek ölmüş, sonra doktor sezaryen operasyonuyla müdahele ederek annenin hayatını kurtarmayı başarıyor. Orada büyük bir ihtimalle bir hastane kurulmamış olsa, o doktor ve o tıbbi değişiklikler olmamış olsa, o kadının hayatı kurtulamayacaktı. Meseleyi farklı yönleriyle düşünmek gerek sanıyorum.
Ö.E.: Başak, senin konun özelinde özellikle Divan’a gönderilen ve zina ile tecavüzü konu alan dilekçelerde kadının sesi nasıl açığa çıkıyor? Kadının kendisi kendi bedenini direkt ilgilendiren kararların verildiği ve teamüllerin oluştuğu hukuki alanda nasıl varlık gösteriyor? Hukuk ile gündelik yaşam toplumsal cinsiyet özelinde nasıl kesişiyor ya da içiçe geçiyor?
B.T.: Ben hukuk meselesiyle de uğraştığım ve ilgilendiğim için, tezde ve kitapta İstanbul’da, Osmanlı tebasının, özellikle kadınların yazabildikleri arzuhaller kısmını daha çok ön plana çıkardım. Tabi ki kadınlar sadece o alanı kullanmıyorlar. Aslında en fazla kullandıkları yerler yine yerel kadı mahkemeleri. Dilekçelerde, devletle kurulan ilişkide, yine iki karşıtlık üzerinden kuramayacağımız bir kullanım var. Çoğunlukla erkekler ilişkiye geçiyor büyük “babayla”, “devlet baba”yla. Genelde orada onların sesi daha güçlü. Daha çok ulaşabiliyorlar İstanbul’a. Kadınlar adına çok konuşuyorlar, çok dilekçe veriyorlar. “Karım, kızım şiddete uğradı” vs. diye. Ama bazen de kadınlar gerçekten yerel olarak ses bulamadıkları noktalarda inanılmaz biçimde duyurtmayı başarıyorlar kendi seslerini. Allem ediyor kallem ediyor yerel mahkemeyi ya da yerel yöneticileri kendi vakasını merkeze göndertmek için ısrarcı davranarak ikna ediyor. O yüzden direkt olarak kadının otobiyografisini bulamıyoruz, ama onun sesini başka alanlarda duyurmaya çalıştığını ve başarılı olduğunu da görebiliyoruz. Hukuki mücadelede tabi ki daha güçsüzler. İslam hukukuna göre kadınla erkeğin eşitliği gibi konularda zaten daha alt sınıf olarak kabul ediliyorlar, ama öte yandan da yine İslam hukukunun verdiği bazı haklar var. Bu hakları kullanmayı başarıyorlar. Benim için en ilginç olan şey o oldu; hukuk kuralları hiçbir şey değil, ama o kurallarla nasıl oynayacağın, onları nasıl kullanacağın aşamasında mahir olman gerekiyor. Kadınlar o mahareti gösteriyor. Hatta güçsüz oldukları için daha iyi gösteriyorlar ilginç bir biçimde. O manevraları yapmak için daha zeki davranmak zorunda kalıyorlar çünkü zaten kaybedecekleri çok az şey var. Günümüzde de kadınların çok daha zeki davranmak zorunda kalmaları boşuna değil yani (gülüyor), güçsüzlükten kaynaklanıyor.
Ö.E.: Her ikiniz de toplumsal cinsiyetin kuruluşunun aslında politik bir mesele olduğunu anlatıyorsunuz. Biyoloji ve hukukun da verili kategoriler olmadıkları, aslında son derece çatışmalı alanlar olduğundan yola çıkıyorsunuz. Toplumsal cinsiyet tarihçileri olarak bugüne baktığınızda, kadın bedeni; hukuk ve sağlık politikaları perspektifinden yine ortak görünümlere sahip mi?
G.B.: Direkt çalıştığım konu üzerinden düşününce, çocuk meselesi, bugün doğum politikalarıyla beraber çok güncel bir meseleye dönüştü. Ben konuyu araştırmaya başladığım 2006 yılında “3 çocuk” politikası yoktu. “Olsaydı, bunu araştırmaya girişir miydim acaba” diye düşündüm aslında gerçekten (gülüyor). O gündelik hayatın domine ediciliğinden korkabilirdim biraz. Bu politika, iktidarın kadın bedeni, doğum üzerindeki tasarrufunu son derece canlı olarak hatırlatmış oldu. 19. yüzyıldaki devletle günümüzdeki devlet “doğur” diyor, ama illa “doğur” demesi de gerekmiyor. Devletler aslında “doğur” değil, “doğurma” diyerek–örneğin Çin’deki tek çocuk politikası–doğurganlığı kısıtlayıcı yöntemlerle de aslında müdahele ediyor. İlla doğurganlığı değil, belli şekillerde doğurganlığı teşvik ederek, nasıl doğurulacağına dair söylemler üreterek… Sezaryenle, kürtajla ilgili tartışmalar sadece Türkiye’de de değil, ABD’de oldukça büyük tartışma alanları. Devletler çok farklı şekillerde, kimi zaman birbirine zıt gündelik politikalarla müdahele ediyor. Bu müdahelenin kendisi çok tarihselliği olan bir mesele.
B.T.: Ben de ara ara düşünüyorum, ama günümüzle çok da parallelik kurmaya karşı çıkıyorum. Mesela yakın zamanda gündeme gelen cinsel istismar yasa tasarısı ve rıza yaşı tartışmasında erken evlilik ve çocuk evlilikleri meselesi üzerinden İslam hukukuna referanslar yapılmaya başlanmıştı. Bir de böylelikle bir uzmanlık alanı oluşmaya başlıyor. “İslam hukukunda nasıldı? Modern toplumlarda nasıl? İnsan hakları açısından nasıl?” Bence, insan hakları açısından nasıl olduğu tartışılmalı. “İslam hukukunda bile böyle” ya da “İslam hukukunda bile daha iyiymiş” diyerek, argümanları meşrulaştırmak ya da yermek için İslam hukuku tartışmasının kullanılmasını çok özcü buluyorum. Bizim o tartışmaları özcülüğe düşmeden yapabilmemiz lazım. O yüzden ben kendi alanımla bugün yürüyen tartışmalar arasında ilişki kuramıyorum. 18. yüzyıl ve bugün arasında paralellik olarak sadece kadınların ne kadar ezildiğini görebiliriz gibi geliyor.
Ö.E.: İkiniz aynı zamanda geçen sene Tarih Vakfı’nda Toplumsal Cinsiyet Tarihi tartışmalarına ev sahipliği yaptınız, orada toplumsal cinsiyet çalışan tarihçiler çok güzel konuşmalar gerçekleştirdi. Onlardan da yola çıkarak şunu sormak istiyorum. ANAMED’de bursiyer olduğunuz günlerden bugüne geçen son on yılda Türkiye’de Osmanlı toplumsal cinsiyet tarihyazımında ne tür gelişme ve değişimler yaşandı? Toplumsal cinsiyet çalışmaları nereye geldi?
B.T.: Biz başladığımızda Türkiye’de zaten sosyoloji ve siyaset biliminde toplumsal cinsiyet çalışmaları vardı. Alanımızda ise en azından öğrencilerimizden görebildiğimiz kadarıyla toplumsal cinsiyet tarihine bir ilgi artışı var. O yüzden memnunuz. Ama bölümler, departmanlar açısından baktığımızda, bizim bölüm( Bilgi Üniversitesi Tarih bölümü) neredeyse toplumsal cinsiyet çalışan çoğunlukta 2 kişinin olduğu (gülüyorlar) tek bölüm. Bizim öğrencilerimizden göndermek istediğimiz yerler oluyor, “tarih alanında toplumsal cinsiyet çalışan neresi var” diye düşününce gerçekten bulamıyoruz. Daha çok sosyolojiye, siyaset bilimine yönlendiriyoruz. Bu durum hala gelişmeye muhtaç.
G.B: Gerçekten özellikle Türkiye’de çok az var, ama dünyada da aslında toplumsal cinsiyet alanı hala biraz tarihin kıyısında kalıyor. Bence bu son on yıl içinde çok iyi makale ve kitaplar çıktı. Bu konuda çalışan insan sayısı, ilgi gösteren öğrenci sayısı arttı. Bu bence çok önemli. İktidarı sorgulamak, tarihi cinsiyetlendirmek açısından da bayağa yol alındı.
B.T.: Artık sadece kadın tarihi yapılmıyor.
G.B.: Kadın tarihi ve biyografiler açısından da iyi çalışmalar çıktı. Onun görünürlüğü de arttı. O konuda da özellikle genç kuşak açısından ben çok iyimserim. Tarihi farklı düşünen bir kuşak geliyor.
B.T.: Erkeklik çalışmaları yapmak isteyenler de çoğaldı. O da çok önemli bir gelişme.
Ö.E.: Gayrımüslim kadınlar, farklı sınıflardan kadınlar, bu gruplarla ilgili çok sayıda çalışmalar yayınlanmaya başlandı, değil mi?
G.B.: Evet, bir de toplumsal cinsiyet üzerine zorunlu bir ders yok, ama ders açacak olsak öğrencilerin ilgilenerek alacaklarını düşünüyorum, çünkü Osmanlı tarihi derslerimizin toplumsal cinsiyetle ilgili haftalarında, ilk başta konuyla ilgilenmeyen öğrenciler dahi, sonra hiç düşünmedikleri sorularla karşılaştıklarını söylüyorlar. Bu da insana iyi hissettiriyor. Benim kendi sorularım ve bakış açım da bu on yılda değişti. Tezi ilk yazarken “kadının öznelliği, gücü, sesi, görünürlüğü” ile çok meşguldüm; kadınların illa bunları bağırarak yapmadan da çok daha güçlü bir potansiyelleri olmuş olduğunu da görüyorum artık. Benim keşfettiğim bir şey değil, toplumsal tarih çalışanlar zaten ona işaret ediyorlar ama ben kendi çalışmam açısından artık daha iyi görüyorum bunu. Küçük küçük bir sürü tercihler yapıyor kişiler, ve insan oralarda kuruluyor. Katıldığın büyük eylemlerde değil illa, o yaptığın küçük şeylerde.
Ö.E.: Röportajı sonlandırırken, ANAMED’in 10 yıl önceki bursiyerleri olarak bundan sonraki ANAMED doktora öğrencisi bursiyerlerine ne söylemek istersiniz?
B.T.: Buradaki zamanlarını iyi değerlendirsinler. O güzel bir zamandı. Şu ortamın olması ütopik de bir durum. Ondan sonra çünkü büyük bir ihtimalle olmayacak.
G.B.: Evet, bir yıl ders vermek zorunda olmadan, çalışmak zorunda olmadan sadece insanın araştırmasına konsantre olabilmesi gerçekten büyük bir lükstü. Onun keyfini çıkartsınlar. Sonradan özellikle ders vermeye başlayınca hiç o kadar bol vakit olmuyor ne yazık ki.