Scroll Top

Hıyanet, Sadakat ve Huşu

tumblr_inline_oi0p42E9Hh1tk0qlr_500

ANAMED Bursiyeri Orçun Can Okan’dan Türkiye’nin yeni tarih-kurgu dizisi ‘Vatanım Sensin’ üzerine…

Bu ay nur topu gibi bir tarih-kurgu dizimiz daha oldu Türkiye’de: Vatanım Sensin… Beyoğlu’nu kuşatan reklam panolarında dizinin afişlerine bakarken, ANAMED’de çalışma molalarında oyuncuları tartışırken, ve tabii dizinin şimdiye kadar yayınlanan bölümlerini ilgiyle izlerken, bugüne dair çok şey geldi aklıma. Dedim ki blog vesile olsun, dizinin hitap ettiği vatanın ahvaline dair buraya birkaç not düşmüş olayım. Bu ahval, etrafına kayıtsız kalamayanları boğmaya kastettiği için, çoğumuz bu ahval içinde düşünmeye, araştırmaya, üretmeye çabaladığımız için, üzerine yazmak değerli olur diye düşündüm.

Niyetim Türkiye’de son bir ay içerisinde epey popüler olan bir dizinin popülerliğini bağlamsallaştırmaya ve anlamlandırmaya çalışmak. Bu popülerlik sadece dizi sektörünün kapitalist dinamiklerini irdeleyerek, diziyi üretenlerin işlerini iyi yapıp yapmadıklarını tartışarak ya da Bergüzar Korel’in duru güzelliğine, Halit Ergenç’in ‘muhteşem’ yakışıklılığına odaklanarak açıklanamaz diye düşünüyorum. İçten içe beğenerek takip ettiğim bir hikayenin güzelliğini hırpalamak pahasına diyeceğim ki; Vatanım Sensin, geçtiği dönem ve atıf yaptığı olaylar itibâriyle sadece Milli Mücadele nostaljisiyle yaşayanlarımıza hitap etmekle kalmıyor. Aynı zamanda bugün hıyanet-sadakat ikilemlerine hapsedilen ve binbir çeşit kimlik çıkmazına sürüklenen ülkemizde izleyicilerin tanıdık bulacağı hıyanet ve kriptoluk anlatıları sunuyor. Dahası, Vatanım Sensin ve diğer birçok popüler dizi ve film, kitlelere ulaştırdıkları hıyanet ve kriptoluk anlatılarıyla Türkiye`de bir huşu hâlinin tahkimini kolaylaştırıyor. Bu huşu hâlinde anlama işi mıhlandığımız izleyici koltuklarında yapılıyor; saygı ve sadakat, korkutma ve boyun eğdirme ile üretiliyor. Bu düşünceleri birazdan detaylandıracağım. Öncesinde Vatanım Sensin’de tam olarak ne izlediğimizden kısaca bahsetmem yararlı olacak.

Vatanım Sensin dizisinde Selânik düşerken hıyanetle yıkılan, canına kastedilen ve esir düşen bir Osmanlı subayı, kendisine el uzatan istihbaratçı vatanseverler tarafından vatan mücadelesine tekrar kazandırılır. Mücadelesinin bu yeni safhasında görevi ağırdır: Yıllar sonra kavuşacağı (kendisini öldü bilen) ailesi tarafından hıyanetle suçlanmak pahasına Yunanlıların güvenini kazanıp aralarına sızacak, bir Yunan subayı olarak Yunan ordusuyla beraber İzmir’e çıkacak ve Anadolu’da filizlenen ulusal direnişe gizlice katkı sağlamaya çalışacaktır. Dizinin ana karakteri görevini kripto bir şekilde yürütürken bildiği ve bilmediği, gördüğü ve göremediği birçok düşmanla da boğuşacaktır – onu öldürüp eşiyle evlenmek isteyen, hıyanetin her türlüsüne bulaşmış ve şimdi İzmir’deki Osmanlı birliklerinin başında olan, çok eskiden tanıyıp ailesini emanet ettiği en yakın dostu dahil. Bu iki adamdan hangisinin hangi hıyanet içinde olduğundan bihaber eş, çocuklar ve ana, omuzlarındaki yükler ve kalplerindeki acılarla sınanıp dururlar. Kocasını ‘benim vatanım sensin’ diyerek seven bir kadın, aşık olduğu adamı İzmir’de işgalci üniformasıyla ve gözlerinde bambaşka bakışlarla görünce kocasına dair aziz hatıralarını da vatanıyla beraber kaybetme noktasına gelir. Dizinin iyi insanları, maruz kaldıkları hıyanetler karşısında dehşet ve korkuyla sarsılırlar, kendilerine ve sevdiklerine mukayyet olmaya çalışırlar.

image

Dizideki iyi insanlar gibi dehşet ve korkuyla sarsılıp kendimize ve sevdiklerimize mukayyet olmaya çalışmak nadir yaptığımız iş değil bugün Türkiye’de. Bizden maruz kaldığımız hıyanetleri idrak etmemiz, bu idrakle ürperip korkmamız isteniyor. Dahası, duyduğumuz korkuyla kendimizi muktedirlere teslim etmemiz bekleniyor. Yani hıyanetleri, üzerimizde oynanan gizli oyunları görüp idrak edeceğiz, kimin dost kimin düşman olduğuna karar vereceğiz. Bu idrak ve karar ile azim ve kadir olana sığınıp boyun eğeceğiz, ona inanacağız, sorgulamadan ona teslim olacağız ve çıkış yolunu böyle bulacağız.

Madem böyle, o zaman bizden istenen hepten bir huşu hâline gömülmemiz değildir de nedir? Huşu kavramı Tanrı’ya korku ve saygı ile itaat etmek olarak tanımlanabilir. (Bkz. Kanar, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Arapça-Türkçe Sözlük ve Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat.) Kur’an-ı Kerim’de de geçer, (örneğin Mü’minun Suresi (23:2).) Bilhassa Allah’a ibadet ederken etrafta olup bitenden yüz çevirip korku, saygı ve tevazu ile boyun eğmek olarak anlamlandırılabilir. Aslında burada ibadetin gaflet içinde yapılmaması, uyanık bir zihin ve açık bir kalp ile yapılması gerektiği anlamı vardır. Fakat ibadetin kemali için bilhassa namaz kılarken hakim olması gereken bir hâl, huşu hâli, modern hayatın tüm mecralarına teşmil edilirse, kulluk ve kölelik Allah’tan gayrısına da yönelmez mi? Yöneldiğini apaçık gördük, görüyoruz. Hatta hepimiz bunun bedelini de ödüyoruz. Vatanım Sensin gibi popüler dizilerde kurulan hıyanet anlatıları da içinde boğuştuğumuz bu huşu hâlinin sirayet alanını genişletiyor. Gizli oyunları, hıyanetleri, korkulacak şeyleri bu anlatılar vesilesiyle günlük yaşamda daha kolay ve daha sık tahayyül eder oluyoruz. Bize hıyanetlerden, üzerimizde oynanan gizli oyunlardan, korkmamız gerektiğinden dem vuranlara bu anlatıların çokluğu ve kitleselliği yüzünden daha kolay güvenip inanıyor, onlara daha kolay itaat eder oluyoruz.

image

Düşünmek, araştırmak ve anlamak için daha elverişsiz bir hâl içinde olunabilir mi Allah aşkına? İstikbalini çalışkanlığı ve marifetiyle değil de sadakatiyle temin etmeye çalışan bir birey, ‘üstlerine’ karşı eleştirel bir tutum takınabilir mi? Takındığı an hain olarak görüleceğini bilmez mi? Hep hıyanet korkusuyla yaşayan bir benlik, nasıl ustasının – ve kendisinin – yaptığı işin niteliğini sorgular? Aman şöyle yapmayalım, ya da böyle yapsak belki daha iyi olur, nasıl der?

Daha geniş kapsamlı birkaç soruyla bitireyim yazımı. Dünyada hıyanet-sadakat ikileminin ‘iş yaptığı’ tek ülke Türkiye değil muhakkak. Peki bu ikilemin gayet kolay ve etkin şekilde araçsallaştırılabiliyor oluşunun sebepleri Türkiye özelinde neler olabilir? Makbul ve muteber addettiğimiz kimliklerde parçalanamaz bir bütünsellik, bir ‘su katılmamışlık’ aramamız neden? Niçin bize bakan gözlerde itaat yoksa saygı da yoktur zannediyoruz çoğumuz? Bu gibi sorulara tarihsel cevaplar üretmek mümkünse eğer, işe Türkiye’de 20. yüzyılın başına (özellikle 1920ler ve 1930lara) odaklanarak başlamak gerçekten verimli olabilir. Hem düşünceli olmak hem de düşünmeye devam etmek için sebep çok…