Doktora sonrası araştırmacısı olarak ANAMED’de yaşarken saatlerce bir yığın uygulamada deli gibi aradıktan sonra gecenin bir yarısı üç paket aktif kuru maya siparişi vermek en büyük başarınız olduğunda bu şu anlama geliyor: Bir yerlerde bir şeyler feci şekilde yanlış gitmiş.
Salgın haberlerinin yayılmasından iki hafta önce, Ekim 2020’de ANAMED’de yapılması öngörülen “Alanın Haritası: Osmanlı ve Türk Kadınları, Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmalarında Yenilikler ve İlerisi,” başlıklı çalıştayım için fon sağlamak üzere çalışıyordum. Programı hazırladım ve bir bütçe çıkarttım. İki hafta sonra da bütçeyi aldım—konferans için değil, karantina süresince iyi yaşamak açısından yemek pişireceğimiz mutfak için. Jeff ve İbrahim ile birlikte yaptığımız on bir saatlik alışverişin ardından mutfağımızda artık yeni bir bıçak seti, mutfak robotu, havan, dökme demir tava ile tenceremiz vardı. Paramızı ve zamanımızı güzel değerlendirmiş olduk.
Sonra yemek yapmaya başladık.
Rutinlerimizin ve alışkanlıklarımızın değişip bozulduğu bu zamanda, yemek yapmak hayatımıza bir ölçüde normallik sağladı. Dışarıda da işler benzerdi: Ekmek yapımı ve fırıncılıkla ilgili Google aramaları, hem Türkiye’de hem dünyada büyük artış gördü. Marketlerde un ile maya tükendi ve manşetler çıktı: “Sadece tuvalet kağıdı değil! Bu küçük market ürününü bulmak artk neredeyse imkansız!”
Olay sadece ekmekle de kısıtlı değildi. Dünyanın her yerindeki akademisyen arkadaşlardan “Karantina Yemek Tarifleri Değiş Tokuşu” gibi yemek projeleri ile ilgili e-posta mesajları almaya başladım. Başka bir grup ise yemek ile ilgili anı ve tarifleri derleyen feminist bir kolektif kurdu. “Historians Cooking the Past in the Time of Covid-19,”[1] (Covid-19 Zamanında Geçmişi Pişiren Tarihçiler) adıyla bilinen grup, yemek ile ilgili bir anı ve bir tarif paylaşmaları için sözlü tarihçilere ve kamu tarihçilerine çağrıda bulundu.
ANAMED’de barındığımız bu yetmiş üç gün boyunca yemek yapmak bize bir güvenlik ve aidiyet duygusu verdi. Kaybettiğimiz şeyleri en beklenmedik şekillerde geri getirdi. Her red mesajı sonrasında hamur yoğurduk; boşlukta hissettiğimizde dolmaları doldurduk; ev gibi koksun diye havuçlu kek yaptık. Hamur, dolma ve kek yaparken, yoğurup doldurup pişirirken birbirimize bağlandık…
Geçen gün, The New Yorker’da aşağıdaki cümleyi okuduğumda düşündüm: “Salgınlar doğası gereği bölücüdür. Daha iyi günlerde yardım için başvurabileceğiniz komşu olası bir enfeksiyon kaynağı, günlük yaşamın ritüelleri bulaşma fırsatları ve karantinayı uygulayan yetkililer ise baskı unsuru haline gelir.”[2] Gerçekten de salgın hastalıkların bölücü olduğunu ve endişelerimizi, güvensizliklerimizi, köklü sosyal önyargılarımızı ortaya çıkardıklarını karamsarlıkla fark ettik. Ancak bu, olağan şartlar altında bölücü ve tecrit edici bir deneyim olacakken Gaziantep kadar uzaktan yemek malzemesi getirtmek, birbirimize yemek yapmayı öğretmek, yeni yemekleri ilk kez tatmak, tarifleri birbirlerimizle ve çalışanlarla paylaşmak bizleri bir araya getirdi.
Bunun dışında, dağınık bir şekilde meşgul olduk, uçuşların iptal edildiğini bilmemize rağmen iş başvurularımız üzerinde çalıştık, arşivlerin kapalı olmasına karşın makalelerimizi gözden geçirdik. Yeniden bir araya gelmeyi umarak on bin kilometre uzaklıktaki ailelerimiz ve arkadaşlarımızla konuştuk.
Bütün bunlar bittikten sonra mümkün olursa yeniden bir araya gelmek ve ağır ateşte pişirilmiş kuzu yemek istiyoruz—Milancığım peki, senin için sebze de olacak.
—Gülşah Torunoğlu, ANAMED Doktora Sonrası Bursiyeri, 26 Mayıs 2020
—————————————————————————————
[1] https://sites.google.com/view/cookingthepast/home?authuser=0
[2] Elizabeth Kolbert, “Pandemics and the Shape of Human History,”
The New Yorker (30 Mart 2020).
https://www.newyorker.com/magazine/2020/04/06/pandemics-and-the-shape-of-human-history