Scroll Top

Bir kütüphane sorumlusunun kütüphane vandalı olarak portresi

tumblr_inline_o15tweFEn41tk0qlr_500

2016: Bursiyeri olduğum, kütüphanesinde araştırma yapıp, kütüphanecileriyle arkadaş olduğum kuruma, pek de önceden planlanmamış biçimde, ‘kütüphane sorumlusu’ olarak dönünce, geniş araştırma camiası içinde sahip olduğum roller üzerine düşünmeye başladım. Bir lisans ve master öğrencisi, nihayetinde de doktora adayı, akademisyen namzeti olarak, dünyanın farklı yerlerindeki kütüphanelerin kullanıcısı olmuş, o kütüphanelerin kurallarını kendime göre esnetmeye çalışmış, kurallara ve uygulayanlara kızmış, akademik stresimin bir parçası kılmıştım. Sonra ‘kütüphaneci’ oldum. Ve üzerinden neredeyse beş sene geçmiş bir hikâye, hafızamın derinliklerinden kendini gösterdi, yanlış bir rafa koyulmuş ve yıllardır okunmamış, tesadüfen keşfedilmiş bir kitap gibi (tanrı okuyucuyu acemi kütüphanecinin kitap analojilerinden korusun!): ben şimdilerde acemi bir kütüphaneci olabilirim, ama bir zamanlar, tasdikli bir kütüphane vandalıydım!

Neyse ki bu hikâyeyi, kişisel blogumda kayıt altına almıştım da, detayları kaybolmadı. İşte bir kütüphane sorumlusunun, kütüphane vandalı olarak portresi:

image

2011

Kütüphane kitaplarındaki altı çizili cümleler, kütüphane kitaplarındaki notlar, kütüphane kitaplarındaki gülücükler, kütüphane kitaplarındaki “yuh”lar, yani kısaca, “marginalia”…

Birkaç yıl önce, üniversiteden arkadaşlarım bir Facebook grubu kurmuş, kütüphane (bkz: Aptullah Kuran Kütüphanesi) kitaplarına ödünç alanlar tarafından yapılan müdahaleleri protesto etmişlerdi. Okulda aynı alanları, aynı sosyal aidiyetleri paylaştığım birçok insan, bunun en makul, en sağduyulu şey olduğu konusunda hemfikir olarak o gruba üye olmuş, kitap cümlelerinin altını çizenlere küfürler yağdırmışlardı. Bense bu konuda asla emin olamıyordum.

Üniversite yıllarım boyunca kitapların altını kurşun kalemle çizdim, not aldım; kitapla işim bitince de izlerimi sildim. Pürüzsüz bir işlem değildi bu tabii, mükemmel bir temizlik mümkün değildi, sayfaların yıprandığı gerçeği, farkında olsam da seslendirmediğim bir gerçeklikti. Ama beni arkadaşlarımın ettikleri küfürler konusunda asıl rahatsız eden, asıl kafamı karıştıran, altı çizilen kitaplarla bir üretici olarak değil, bir tüketici olarak yaşadığım ilişkiydi: Ben, başkaları tarafından satırlarının altları çizilmiş kitapları okumaya bayılıyordum. Okuduğum satırlar bir anda çoklu bir okumanın kapısını açıyordu, metin katman katman çoğalıyordu. Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’daki gibi tıpkı, metni okumak, okuru okumakla iç içe geçiyordu. Ufak notlar, kızgınlıklar, sevinçler, “helal olsun”lar, “allah belanı versin”ler, okuma deneyimini inanılmaz zenginleştiren bir dünya açıyordu önünüze. Evet, herkesin yönelttiği argüman, “altı çizili satırların bir şartlandırma yarattığı ve sonraki okurları yönlendirdiği”, doğruydu, Ama bu kaçınılmaz da değildi, direnmek mümkündü. 

Ben yine de, başkalarının izlerini takip etmeye bayılsam da, kendi izlerimi bırakmak konusunda çekingen davrandım. O kadar arkadaşım yanılıyor olamazdı, bana da küfretsinler istemiyordum.

Tarih yüksek lisansına başladıktan sonra, benim için çok kişisel olan bu mesele, akademik açıdan da başka bir anlam kazandı, bunu fark ettim. Okuma tarihi için en önemli şeylerden biriydi, marginalia, Geçmişteki insanların okudukları kitapları nasıl okuduklarını, onlardan nasıl etkilendiklerini, metni nasıl değiştirdiklerini/bozduklarını/yorumladıklarını anlamanın en önemli yoluydu. O ‘yaban ülke’de (bkz: L.P. Hartley) yaşayan insanların iç dünyalarına açılan müthiş bir kapıydı. Hem kültür tarihçileri hem de düşünce tarihçileri için olmazsa olmazdı. Üstelik kendi çalıştığım masaüstü oyunları için de bu elzemdi, çocukların oyunların kurallarına ne kadar uyduklarını, o kuralları nasıl bozduklarını görmem gerekiyordu.

image

Ben yine de çekingendim. Post-it’lere bağımlıydım. Ta ki bir ay kadar önce, bir arkadaşımla yaptığım uzun otobüs yolculuğu sırasında, onun yanımda kitabı haşır huşur çizmesi ve benim de aklımı çelmesine kadar. Ben de, örneğin bir sayfaya post-it yapıştırdıysam, o sayfadaki veya yan sayfadaki diğer önemli noktaların kenarına ufak işaretler koymaya başladım. Post-it’ten tasarruf edip amazonların korunması konusunda da önemli bir iş yapıyor, çevreciliğimin altını çiziyordum – bak yine, altını çizmek!

Bir zaman önce Oxford Üniversitesi’nin ana kütüphanesi olan Bodleian Library’den bir mail aldım. Konu bölümünde “Library Vandalisation” yazıyordu. Tövbe, kütüphane vandalı olmuştum. Öncelikle Bodleian’ın bir referans kütüphanesi olduğunu, kitapların dışarı çıkartılamadığını, orada ayırttığınız kitapları her gün görevlilere teslim etmeniz gerektiğini, onların sizin için kitapları bir hafta süreyle sakladıklarını belirteyim. Yutkunarak mektubu açtım: Yüzlerce yıllık bir kütüphane olarak, elbette, kitaplarına çok önem veriyorlardı, tabii, ve gelecek nesillere bu kitapları aktarmak için, anlıyorum, bu elzemdi. Oysa ben, eyvah, kitaplardan birine post-it yapıştırmıştım, ama evet, üstelik, oh no, bazı sayfalarda kalem izleri vardı, demeyin, mümkünse şu saatte ofiste buluşmalıydık, tabii cezamız neyse, best wishes. Döver gibi mektup at, sonra “best wishes” de, oh ne âlâ.

Netice olarak kütüphane sorumlularından biriyle görüşmeye gittim, mailde anlattığı gelenekler/gelecek nesiller/sağlıklı dişler konulu kompozisyonu bir kez de canlı yayında dinledim. “Yani senin altını çizdiğin yerler başkasının kafasını karıştıracak” deyince, “Aslında benim o konuda farklı bir fikrim var,” dedim, “nedir?” diye sormadı, ben de susmak zorunda kaldım. Cezam, bir daha benzer bir davranışta bulunmamam şartıyla, ertelendi, ben de Oxford kütüphanelerinde geri kalan zamanımı çok daha uslu bir okur olarak geçirdim, vandallığımı ve hatırasını bastırarak.

Karışık bir konu bu, kabul ediyorum. Kitapların fiziksel ömrünün azalması, “diğer okurları yönlendirme” argümanından daha ciddiye aldığım bir nokta (kütüphaneci Mehmet’ten kütüphane vandalı Mehmet’e: “e herhalde!”) . Ama yine de, gelecek nesillerden bahsediyorsak eğer, gelecek nesillerin bizi anlaması için, marginalia’ya ihtiyaçları olacak. Ve bu dijital reprodüksiyon çağında, kitapların saf, temiz, dokunulmamış halleri her zaman bulunabiliyor olacak. Burada örneğini gördüğümüz, disipline edilmiş okur pratikleri sayesinde asıl bulunması zor olan ise, okurların bu kitapları nasıl okuduğunu, okuyarak kendi hikâyelerini nasıl yazdığını anlamak olacak.

2016’dan geriye, ve okuma tarihinin geleceğine: Şimdi, kütüphane içinde değişen rollerim üzerinden düşünerek, “evet”, diyorum, “çizmeyin kitaplarımızı. Ama sayfa aralarına kâğıtlar bıraksanız, oralara kitabı okurken neler düşündüğünüzü, neleri dert ettiğinizi not etseniz, ne güzel olur.”